Çiftin yaşadığı evi ekosisteme uygun bir düzenekte inşa ettiğini söyleyip hayvanlara zarar vermelerine yol açıyor, aynalarla kapladığı binayı adeta iklim değişikliğini fırsata çevirenlerin bir “yansıması” durumuna getiriyor. Blu TV’de yayımlanan “The Curse”, şu sıralar Poor Things (Zavallılar) filmindeki performansıyla gündemde olan Emma Stone’la ve Altın Küre adaylığıyla öne çıksa da temelinde çok güçlü karşıtlıklar barındıran, yılın en sıra dışı dizilerinden. Her bölümde temalarını genişleten, her temayla hicvinin sivri oklarını hedeflerine saplayan “The Curse”, sanatı uygulama ve satma halleriyle bir yandan çağdaş sanat dünyasını yaylım ateşine tutarken diğer yandan realite şovunda yaşananlarla televizyon dünyasını iğnelemeye devam ediyor. . Çünkü dizinin çıkış fikri bir çocuğa verilmeyen bir paranın (payın) lanetli olmasından yola çıkıyordu ve dizinin adına da bu yüzden, İngilizce’deki karşılığıyla lanet denmişti. Genel hatlarıyla öykü, evli ve çocuk sahibi olmaya çalışan Asher (Nathan Fielder) ile Whitney (Emma Stone) çiftinin, bir reality şov için çektiği program üzerinde temelleniyor ve New Mexico’nun Espanola kentinde giriştikleri bir tür “kentin soylulaştırılması ya da burjuvalaştırılması” (gentrification) olarak tanımlanabilecek projeye girişmelerini anlatıyor. Kendilerini iyi olduklarına ve insanlara yardım ettiklerine inandıran Asher ve Whitney, hem ucuza mülk alıyor ve kâr elde ediyor hem de maddi hırslarını ve kariyer tutkularını tatmin ediyorlar. Puanım: 7/10",Son zamanların en sıra dışı ekran deneyimlerinden birine hazır mısınız?",. . İnsanların ihtiyaç fazlası, israf ettikleri ürünleri karşılayan lanetli pay, “The Curse”ü izlemeye başladığımda zihnimde beklenmedik bir analojiye yol açtı. Ancak uyarmalıyım, bu gerçekten de ismi gibi “lanetli” bir dizi çünkü 10 bölüm boyunca bu denli kararsızlık içerisinde izlediğim ve sonuçta yılın en “tuhaf” deneyimi haline gelen başka bir dizi izlediğimi hatırlamıyorum. Fakat Asher’ın bir otoparkta karşılaştığı küçük bir kıza 100 dolar vereceğini söyleyip vermemesi üzerine küçük kız Asher’ı lanetliyor ve bir bakıma o “lanetli pay” çiftin evliliklerinin ve kariyerlerinin üzerine kâbus gibi çöküyor. Bu andan itibaren durumu toparlamak için “kurtarıcı beyaz adam” misyonuyla hareket etmeye başlayan çiftin çabaları sonuç veriyormuş gibi görünse de “siyahi, göçmen bir aileden” belki çok önceden alınmış o lanetli pay, günümüzde yine “soylulaştırmaya, yardıma gelmiş” bir beyaz adamın yaşamında görünürlük kazanıyor. Nathan Fielder, bir komedyenden dünyanın en itici karakterini yaratmakta başarılı olduğu kadar seyircisini televizyon karşısında kıvranırken diziyi bitirmeye ikna edecek derecede de usta. Finali bile, ne kadar “delice” olduğunu kanıtlıyor. The Curse her yanıyla keskin, birçok yanıyla nahoş, izlemesi kadar bırakması zor ancak bitirdiğinizde kapitalizmin un ufak ettiği bütün insani yönleri açığa çıkarmakla kalmadığını, tartışmaya da açtığını fark edeceğiniz bir dizi. Jean Baudrillard, “Sanat Komplosu”ndaki yazılarında çağdaş sanat dünyasını eleştirirken “Çoktan hiper gerçekçi, cool, şeffaf, pazarlanabilir olmuş bir dünyada sanatın ne anlamı olabilir?” diyerek sanatın, “lanetli payın bir parçası olmasından” şikâyet eder. Daha önce yine, hazırladığı sosyal deneylerle insanların gerçekliği kontrol etmelerine izin verdiği “The Rehearsal” ile adından söz ettiğim Kanadalı komedyen Nathan Fielder’ın, Benny Safdie ile yarattığı “The Curse”, yalnızca size diziyi yarıda bırakmakla, koltuğunuza yapışmak arasında ıstırap çektirmesiyle değil aynı zamanda çıkış fikrini dönüştürdüğü şeyle de konuşulmayı hak ediyor. Bu kavram, George Bataille’ın ekonomiyi açıklarken kullandığı bir terimdir ve zamanla sanat dünyasının parayla ilişkisini tanımlayarak Baudrillard gibi sanatla “meselesi” olan filozofların da kullanmaya başladığı bir betimlemeye dönüşür.
Bu andan itibaren durumu toparlamak için “kurtarıcı beyaz adam” misyonuyla hareket etmeye başlayan çiftin çabaları sonuç veriyormuş gibi görünse de “siyahi, göçmen bir aileden” belki çok önceden alınmış o lanetli pay, günümüzde yine “soylulaştırmaya, yardıma gelmiş” bir beyaz adamın yaşamında görünürlük kazanıyor. Daha önce yine, hazırladığı sosyal deneylerle insanların gerçekliği kontrol etmelerine izin verdiği “The Rehearsal” ile adından söz ettiğim Kanadalı komedyen Nathan Fielder’ın, Benny Safdie ile yarattığı “The Curse”, yalnızca size diziyi yarıda bırakmakla, koltuğunuza yapışmak arasında ıstırap çektirmesiyle değil aynı zamanda çıkış fikrini dönüştürdüğü şeyle de konuşulmayı hak ediyor. The Curse her yanıyla keskin, birçok yanıyla nahoş, izlemesi kadar bırakması zor ancak bitirdiğinizde kapitalizmin un ufak ettiği bütün insani yönleri açığa çıkarmakla kalmadığını, tartışmaya da açtığını fark edeceğiniz bir dizi. Kendilerini iyi olduklarına ve insanlara yardım ettiklerine inandıran Asher ve Whitney, hem ucuza mülk alıyor ve kâr elde ediyor hem de maddi hırslarını ve kariyer tutkularını tatmin ediyorlar. Finali bile, ne kadar “delice” olduğunu kanıtlıyor. Ancak uyarmalıyım, bu gerçekten de ismi gibi “lanetli” bir dizi çünkü 10 bölüm boyunca bu denli kararsızlık içerisinde izlediğim ve sonuçta yılın en “tuhaf” deneyimi haline gelen başka bir dizi izlediğimi hatırlamıyorum. . Fakat Asher’ın bir otoparkta karşılaştığı küçük bir kıza 100 dolar vereceğini söyleyip vermemesi üzerine küçük kız Asher’ı lanetliyor ve bir bakıma o “lanetli pay” çiftin evliliklerinin ve kariyerlerinin üzerine kâbus gibi çöküyor. Nathan Fielder, bir komedyenden dünyanın en itici karakterini yaratmakta başarılı olduğu kadar seyircisini televizyon karşısında kıvranırken diziyi bitirmeye ikna edecek derecede de usta. Puanım: 7/10",Son zamanların en sıra dışı ekran deneyimlerinden birine hazır mısınız?",. Blu TV’de yayımlanan “The Curse”, şu sıralar Poor Things (Zavallılar) filmindeki performansıyla gündemde olan Emma Stone’la ve Altın Küre adaylığıyla öne çıksa da temelinde çok güçlü karşıtlıklar barındıran, yılın en sıra dışı dizilerinden. Jean Baudrillard, “Sanat Komplosu”ndaki yazılarında çağdaş sanat dünyasını eleştirirken “Çoktan hiper gerçekçi, cool, şeffaf, pazarlanabilir olmuş bir dünyada sanatın ne anlamı olabilir?” diyerek sanatın, “lanetli payın bir parçası olmasından” şikâyet eder. Çünkü dizinin çıkış fikri bir çocuğa verilmeyen bir paranın (payın) lanetli olmasından yola çıkıyordu ve dizinin adına da bu yüzden, İngilizce’deki karşılığıyla lanet denmişti. İnsanların ihtiyaç fazlası, israf ettikleri ürünleri karşılayan lanetli pay, “The Curse”ü izlemeye başladığımda zihnimde beklenmedik bir analojiye yol açtı. Bu kavram, George Bataille’ın ekonomiyi açıklarken kullandığı bir terimdir ve zamanla sanat dünyasının parayla ilişkisini tanımlayarak Baudrillard gibi sanatla “meselesi” olan filozofların da kullanmaya başladığı bir betimlemeye dönüşür. Genel hatlarıyla öykü, evli ve çocuk sahibi olmaya çalışan Asher (Nathan Fielder) ile Whitney (Emma Stone) çiftinin, bir reality şov için çektiği program üzerinde temelleniyor ve New Mexico’nun Espanola kentinde giriştikleri bir tür “kentin soylulaştırılması ya da burjuvalaştırılması” (gentrification) olarak tanımlanabilecek projeye girişmelerini anlatıyor. . Çiftin yaşadığı evi ekosisteme uygun bir düzenekte inşa ettiğini söyleyip hayvanlara zarar vermelerine yol açıyor, aynalarla kapladığı binayı adeta iklim değişikliğini fırsata çevirenlerin bir “yansıması” durumuna getiriyor. Her bölümde temalarını genişleten, her temayla hicvinin sivri oklarını hedeflerine saplayan “The Curse”, sanatı uygulama ve satma halleriyle bir yandan çağdaş sanat dünyasını yaylım ateşine tutarken diğer yandan realite şovunda yaşananlarla televizyon dünyasını iğnelemeye devam ediyor.